Bundan tam 78 yıl önce, ABD Başkanı Harry S. Truman, Kongre’ye seslenerek, 'özgür milletlerin komünist tehdide karşı korunması' gerektiğini ilan ederek, Sovyetler Birliği'ne karşı Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık yardım sağlanacağını açıkladı. Bu açıklama, ABD’nin Soğuk Savaş stratejisinde bir dönüm noktası oldu ve Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini kalıcı biçimde değiştirdi.
Amerikan ürünlerinin Türkiye’ye girişi hızlandı, ABD’nin ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda kararlar alındı, Türk halkının tüketim alışkanlıkları değiştirilmeye çalışıldı. Bu sebeplerle 78 yıl sonra hala tartışılan Truman Doktrini, Türkiye için bazı olumsuz sonuçlar doğururken, ABD'nin Truman Doktrini çerçevesinde ilan ettiği Marshall Yardımları da başta milli ve yerli tarım olmak üzere çeşitli sektörlerin geri döndürülemez şekilde yara almasına neden olmuştu.
Türkiye Marshall Planı'ndan ne kadar yardım aldı?
Truman Doktrini çerçevesinde 1947’de ABD Kongresi, Yunanistan ve Türkiye için 400 milyon dolarlık bir yardım paketini onayladı. Bu miktarın 100 milyon doları Türkiye’ye tahsis edildi.
Bir yıl sonra, 4 Temmuz 1948’de Türkiye, Marshall Planı’na dahil edilerek 1948-1952 yılları arasında toplam 350-360 milyon dolar Amerikan yardımı aldı.
Truman Doktrini ve Marshall Yardımı’nın Türkiye’ye etkileri
İkinci Dünya Savaşı sonrası Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye yapılan ekonomik ve askeri yardımlar, ülkenin kalkınma stratejisini ve dış politikasını derinden etkiledi. ABD’nin sağladığı yardımlar tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa kadar geniş bir yelpazede olumsuz dönüşümlere neden olurken, aynı zamanda Türkiye’yi Batı blokuna entegre etmeyi amaçlıyordu.
Bu yardımların propaganda amacı, Türkiye’nin ekonomik altyapısını güçlendirmek ve Batı ile bütünleşmesini sağlamaktı. Ancak yardımların uzun vadeli olumsuz etkileri ve ABD’nin Türkiye üzerindeki ekonomik ve politik nüfuzu tartışma konusu hala bir tartışma konusu olarak öne çıkıyor.
Eğitimde 'yabancı devlet eli'
Amerikan desteğinin eğitimdeki hedefi, Türkiye’yi Batı blokuna entegre edecek kültürel dönüşümü hızlandırmak ve propagandasını yaymak için araçlar oluşturabilmek oldu. Resmi hedef kültürel yakınlaşma olsa da, eleştirmenler Fulbright anlaşmasını Türk eğitimine yabancı etkisini kurumsallaştırdığına dikkat çekti.
Bu kapsamda Rockefeller ve Ford Vakıfları gibi kuruluşlar, Türkiye’de üniversitelere mali destek sağladı, uzmanlar gönderildi ve çok sayıda Türk öğrenci ile akademisyenin ABD’de eğitimi mümkün hale geldi. Ancak bu süreç, Türk eğitim sistemine Amerikan etkisinin derinleşmesi eleştirilerini beraberinde getirdi. Örneğin komisyonun kararlarında Amerikalı üyelere de söz hakkı tanınması bu tartışmaları alevlendirdi.
Süt varken öğrencilere ABD menşeili 'süt tozu' içmek zorunlu tutuldu
Marshall Planı çerçevesinde 1948’den itibaren ABD kaynaklı gıda yardımları Türkiye’deki okullarda dağıtılmaya başladı. Bu yardımlar özellikle ilkokul öğrencilerine ve yoksul kesimlere yönelikti. Yardımın başlıca kaynağı Amerika Birleşik Devletleri idi; Marshall Planı kapsamında ABD tarafından gönderilen gıdalar Türk çocuklarına ücretsiz sunuldu.
Dağıtım süreci, okullarda düzenli beslenme programları şeklinde örgütlendi. Milli Eğitim Bakanlığı, ABD’den gelen gıda yardımlarını ülke genelindeki ilkokullara sevk etti. Okullarda “beslenme saati” adıyla müfredata eklenen bir zaman diliminde bu gıdalar öğrencilere verildi.
En çok dağıtılan ürün olan süt tozu, suyla karıştırılıp süt haline getirilerek sınıflarda veya okul bahçelerinde öğrencilere içiriliyordu. Birçok okulda hademe ve öğretmenler, büyük kazanlarda sıcak suya süt tozunu karıştırıp hazırladıkları sütü bardaklara doldurarak çocuklara dağıtırdı. Tüm öğrencilerin bu sütü içmeleri zorunlu tutuldu; hatta bazı okullarda her çocuğun kendi bardağıyla sıraya girip öğretmenin “Herkes sütünü alsın!” komutuyla sütünü içtiği anılar haberlere yansıdı.
Kamuoyundaki yankılar ve tepkiler başlangıçta merak, memnuniyet ve şaşkınlık karışımı bir tablo oluşturdu. Çünkü Türk halkı daha önce süt tozu gibi bir ürün görmemişti ve sütü toz halinde tüketme fikri alışılmadıktı. Kırsal kesimde taze süte ulaşmak zaten mümkünken, çocukların neden toz süt içmeye zorlandığı köylülerce garipsendi. Bazı aile büyükleri, bedava dağıtılan bu yabancı ürünlere şüpheyle yaklaştı.
Öğrenci sağlığı açısından bakıldığında, uzun süre toz süt tüketmenin doğal süte tercih edilmesinin doğru olmadığı eleştirileri yapıldı. Bazı uzmanlar, süt tozunun içerdiği yağ ve kolesterol nedeniyle aşırı tüketiminin ileride obezite ve kalp-damar sorunlarına zemin hazırlayabileceğini belirttiler.
Ucuz Amerikan buğdayı ve süt tozu bolluğu, yerli üreticiyi zor durumda bıraktı. Örneğin o yıllarda Türkiye’de taze sütün litresi 100 kuruş iken, sübvansiyonlu süt tozunun kilosu 30 kuruşa denk geliyordu; dolayısıyla çiftçiler sütünü satamaz hale geldi.
Marshall Yardımları'nı alabilmek için 'ABD propagandası' şart koşuldu
ABD, eğitim alanında propaganda amacıyla da çeşitli faaliyetler yürüttü. Örneğin, Marshall Planı kapsamında Türkiye dahil birçok ülkede halkın yaşam tarzını etkilemeye yönelik yayınlar yapıldı. Amerikan Enformasyon Büroları vasıtasıyla aile hayatı, çocuk bakımı ve beslenme gibi konularda broşürler dağıtılıp yeni bir yaşam tarzı özendirildi.
Radyo programları ve filmler aracılığıyla Amerikan değerleri ve kalkınma modeli tanıtıldı. Nitekim ABD, yardım anlaşmalarına propaganda şartları ekleyerek, desteğin sunulduğu ülkelerde kendi imajını güçlendirmeyi hedefledi; 260’tan fazla film ve belgesel Türkiye gibi ülkelerde gösterime sokuldu. Böylece Marshall yardımı, sadece ekonomik bir destek değil, aynı zamanda Amerikan ideallerini ve tüketim alışkanlıklarını yayma aracı olarak kullanıldı.
Sağlık alanında Türkiye'den çok daha geride olan ABD, propagandalar kapsamında 'tıbbi kahraman ilan edildi'
Sağlık alanındaki Amerikan propagandası, genellikle bu somut başarıların tanıtımı üzerine kuruluydu. ABD’nin yardımıyla açılan sağlık tesisleri ve kampanyalar, basın ve radyo yoluyla halka duyuruldu. Örneğin, kırsalda gezici sağlık ekiplerinin Amerikan yardımıyla aşı ve ilaç dağıtımı yaptığı haberleri yayıldı. Bu sayede Türk halkında, ABD’nin ülkeye modern tıp ve hijyen getirdiği algısı oluşturulmaya çalışıldı. Ancak, Marshall yardımının sağlık sektöründe kapsamı dar olduğu için propaganda boyutu tarım ve eğitim kadar yoğun olmadı.
Edebiyat bile etkilendi
ABD donanmasının Missouri Zırhlısı'nın İstanbul'a Gelişi ile halk, gemiyi görmek için para ödedi. Türk edebiyatçı Fakir Baykurt, bu töreni "Amerikan Sargısı" adlı eserinde "halkın 25 kuruş verip zırhlıyı görmesi" ve yerel yönetimlerin Amerikalılar için özel hazırlıklar yapmasını eleştirerek hicvetti.
En çok tarım sektörü zarar gördü
Bu dönemde ABD, Türkiye’ye binlerce modern tarım makinesi gönderdi. Tarımdaki bu mekanizasyon hamlesinin resmi hedefi, üretimi ve kırsal refahı artırmak olsa da, uygulamada çeşitli sorunlar yaşandı. Örneğin, ABD yardımı şartlı olduğundan Türkiye çoğunlukla Amerikan malı traktörleri almak zorunda kaldı; farklı modellerin yedek parça temini güçleşti, bakım imkanları kısıtlı kaldı. Nitekim kısa sürede bazı köy yollarının “traktör çöplüğüne ve makine mezarlığına” döndüğü, bozulup tamir edilemeyen araçların atıl kaldığı rapor edildi.
Zeytinyağı kötülendi, ABD margarini el üstünde tutuldu: 'Zeytinyağlı yiyememem aman' türküsü ile propaganda yapıldı
Tarım sektöründe ABD’nin etkisi, propaganda faaliyetleriyle de kendini gösterdi. Özellikle Türk halkının geleneksel üretim ve tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye yönelik dikkat çekici kampanyalar yürütüldü. Buna en çarpıcı örnek, zeytinyağı ve margarin konusundaki propaganda olarak ön plana çıkıyor. ABD, kendi tarım fazlası ürünlerini pazarlamak amacıyla Türkiye’ye mısırözü yağı ve margarin ihracatını teşvik etti. Marshall Planı döneminde, Türkiye’de kişi başına tüketilen sağlıklı zeytinyağının yerine Amerikan menşeli yağların kullanılmasını sağlamak için çeşitli adımlar atıldı. Bu süreçte binlerce zeytin ağacı sökülerek üretim azaltılmış; kalan zeytinyağının önemli bir kısmı ABD tarafından dövizle satın alınırken, Amerikalı şirketler Türkiye’ye mısırözü yağı ve margarin ürünlerini Türk Lirası karşılığında satar hale geldi.
Pamuklu kumaş üretimi 'köylü işi' ilan edildi, sentetik kumaş 'modern sayıldı'
Bu ekonomik hamle, güçlü bir karalama propagandası ile desteklendi. Zeytinyağının yemek pişirmede zararlı olduğu yönünde söylentiler 1950’lerde yaygınlaştırıldı; örneğin zeytinyağının kızartma yaparken kansere yol açtığı şeklinde bilimsel temeli olmayan iddialar halk arasında dilden dile dolaştırıldı. Aynı dönemde ortaya çıkan “Zeytinyağlı yiyemem aman” türküsünün de bu propaganda ile ilişkili olduğu, 1954’te derlenen bu popüler türkü sözlerinde “zeytinyağlı yiyemem” diyerek zeytinyağlı yemeklerden uzak durulduğunu, “basma da fistan giyemem” diyerek de yerli basma kumaştan elbise giyilmediğini vurguluyordu. Bazı araştırmacılar, bu türkünün sipariş üzerine yazıldığını ve bilinçli olarak geniş kitlelere belletildiğini tespit etti. Amaç, zeytinyağı tüketimini “köylü işi eski bir alışkanlık” gibi gösterip halkı margarine yönlendirmek ve aynı zamanda yerli pamuklu basma kumaş yerine sentetik ithal kumaşları özendirmekti. Nitekim türkünün sözlerinde geçen “basma” (yerli pamuklu kumaş) karşıtlığı da, giyim alışkanlıklarını değiştirmeye yönelik bir mesaj olarak değerlendirildi.
Yerli üretim 'eski moda' oldu, sağlıksız ürünlerin üretimi yaygınlaştı
Tarım sektöründeki bu propaganda faaliyetlerinin sonucunda, Türkiye’de özellikle kentli nüfus arasında margarin ve ithal bitkisel yağ tüketimi belirgin biçimde arttı. Zeytinyağı ise uzun yıllar boyunca “eski moda” veya sağlıksız addedilerek ikinci plana itildi. ABD’nin gıda ürünleri ihracatçıları bu sayede yeni bir pazar kazandılar. Ancak, bu durum Türkiye için gıda egemenliği açısından olumsuz sonuçlar doğurdu. Uzman Osman Nuri Koçtürk’ün 1966 tarihli “Gıda Emperyalizmi” kitabında ayrıntılı incelendiği üzere, bu politika Türkiye’yi kendi sağlıklı geleneksel ürünlerinden uzaklaştırıp dışa bağımlı hale getirdi.
Türkiye'nin sanayileşmesinin önü tıkandı, Avrupa'nın 'tahıl ambarı' olarak iş yapması istendi
Marshall Planı’nın Türkiye Misyon Şefi olarak atanan Russell Dorr ve ekibi, 1948’den itibaren ülkeyi karış karış gezip raporlar hazırladılar. Bu Amerikalı uzmanların tavsiyeleri sonucunda Türkiye’nin bir sanayi ülkesi yerine “Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu” olarak konumlandırılması benimsendi.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin tarım ve madencilik gibi alanlara odaklanıp sanayileşmesini yavaşlatacak bir strateji izlendi. Nitekim 1950’lerde kamu kaynaklarının büyük bölümü fabrikalar yerine tarımda makineleşme ve karayolu yapımına aktarıldı; birçok planlı sanayi yatırımı rafa kaldırıldı. Marshall yardımı sayesinde gelen kredilerle traktör ve yol makineleri alınırken, örneğin demir-çelik, makine, uçak sanayii gibi stratejik sektörlerde devletin girişimleri durma noktasına geldi.
ABD’nin sağladığı askeri malzeme ve araçlar, Türkiye’deki yerli savunma sanayisinin gelişimini engelledi
Sanayi özelinde en tartışmalı konu, Türkiye’nin savunma sanayiindeki girişimlerinin akamete uğraması olarak öne çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, kendi uçak fabrikasını kurarak Vecihi Hürkuş gibi öncülerin girişimiyle uçak üretmeye başlamış ve hatta bazı yabancı ülkelere prototip satışları gündeme gelmişti. Ancak Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD, Türkiye’ye bol miktarda hazır askeri malzeme ve uçak yardımı yapma teklifinde bulundu. 1948 tarihli anlaşmalar uyarınca Türkiye’ye Amerikan uçak ve motorları hibe edilmesi kararı, Ankara’daki Etimesgut Uçak Fabrikası’nın üretimine darbe vurdu. Yeterli sipariş alamayan fabrika giderek atıl kaldı. Dönemin Türk yöneticilerinin, kolay gelen dış yardımlar nedeniyle yerli üretime güvenlerinin azalması, uzun vadede Türk savunma sanayiinin gelişimini yıllarca geciktirdi.
ABD'li yetkililer propaganda için özel olarak görevlendirildi
ABD, sanayi politikalarındaki bu değişimi meşrulaştırmak için de çeşitli propaganda çabaları yürüttü. 1950’lerin başında Türk basınında, “ağır sanayi kurma hevesinin pahalı ve gereksiz olduğu, Türkiye’nin tarım ve maden zenginliğiyle kalkınabileceği” yönünde makaleler yayınlandı. Amerikan uzmanlarının demeçleri gazetelerde yer buldu; örneğin Dorr ve ekibi, Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatıyla hızla gelişebileceğini, karmaşık sanayi yatırımlarındansa verimliliği artırmanın önemini vurgulayan açıklamalar yaptı.
Uzun vadede sanayileşme hamlesinin yavaşlaması, Türkiye’yi pek çok makine ve teçhizatta dışa bağımlı kıldı. ABD’nin planlı propagandası, kamuoyunda “ağır sanayiyi ithal etmek varken Türkiye’nin kendisinin kurmasına gerek olmadığı” düşüncesini besledi. 1920’ler ve 30’larda temelleri atılan sanayi tesislerinin çoğu genişletilemedi, yeni yatırımlar ise gecikti. Bu nedenle, Türkiye ancak 1960’lardan sonra yeniden sanayileşmeye hız vermeye çalıştı.
Sputnık Selin Uludağ'in haberi (Eline sağlık)